HİLALİ BEKLERKEN

© Kayıt Dışı Tarih
Yazı Boyutu:

Hilali Beklerken

Bir Ramazan günü, Sultan II. Abdülhamid Han Yıldız Sarayı’nda bakanlarıyla, tanınmış gazetecilere iftar ziyafeti verdi. Sofrada, ağız tadıyla yenilecek bir salatanın nasıl yapılacağı hakkında söz açıldı. Birinin şakayla karılık şu tarifi misafirlerin çok hoşuna gitti: Salatanın yağını cömert birine, sirkesini bir pintiye koydurmalı; bir deliye de karıştırtmalı. Orada bulunan yazar Ebu’z Ziya Tevfik söze karışıp şöyle dedi: “O halde zeytinyağını Şevketmeâb Efendimiz II. Abdülhamid Han’a sirkesini de Sadrazam Paşa Hazretlerine koydurmalı, Çırağan Sarayı’na da gönderip karıştırtmalı. (O vakit devrik padişah V. Murat, Çırağan Sarayı’nda hapis bulunuyordu.) Bu konuşma Sultan’ın kulağına gidince çok hoşlandı; Ebu’z Ziya Tevfik‘i 100 altınlık bir hediye ile ödüllendirdi.

Bugün İftarı Beklerken programını Cennet-mekân II. Abdülhamid Han ile açılışımızı yaptık ve II. Abdülhamid Han denilince alımıza ilk gelen isim Kıymetli Tarihçimiz Mustafa Armağan Hocamız bizlerle birlikte.

 Hocam bugünkü programımızda hem tarihî Ramazanları hem geleneğimizde Ramazan ne ifade eder; hem de biliyorum ki siz İslam Coğrafyasını pek çok kez baştan başa dolaştınız.  Gördüklerinizi bize anlatmanızı rica ederiz; hem Buhara’yı hem Semerkant’ı, Kudüs’ü Balkan Coğrafyasını bizlere anlatır mısınız, oralarda Ramazan, İslam nasıl yaşanıyor?

 Sultan II. Abdülhamid Han’la alakalı bir anekdotla başlayalım isterseniz, bereket gelmiş olur programa. Ben hayatımda çok bereketini gördüm; bunu da söylüyorum, Sultan Abdülhamid’i okumak sevmek, onunla ilgili şeyler anlatmak yazmak insanı manen ve ruhen tekâmül ettiriyor; bunu kendi hayatımda bir tecrübe yaşadığım için söylemek istiyorum. Sultan Abdülhamid’in son eşi  ve Beylerbeyi Sarayı’nda hapisken beraber kaldığı Müşfika  Kadın Efendi, son vefat eden Sultan hanımı, Serencebey Yokuşu’nda ahşap bir evde yaşlı bir kalfayla yaşıyor ve dışarıya adımını atmıyor evde  sadece çok yakın tanıdıklarını alıyor diğerlerini hep reddediyor. Birçok gazeteci yanına  gitmek konuşmak istemiş; bir şekilde  hepsini reddetmiş; ama Hayat Mecmuası’nda Turgut  Etingü diye bir muhabir bir şekilde  yolunu bulup içeriye girmiş. Tabii içeriye girince kovamamışlar; oturmuş röportaj yapacak. Bir şeyler soruyor, öğrenmek istiyor. Sultan Hamid’le ilgili. Ağzı fermuarlı, konuşmuyor. “Bilmiyorum, bilgim yok” şeklinde cevaplar veriyor. Bakıyor ki dergiye götürecek bir malzeme çıkaramayacak, derginin patronu da onun için göndermiş kendisini. Bari diyor ağzından bir laf koparmak için “94 yaşına girdiniz Allah hayırlı ömürler versin, bu uzun yaşamanızın sırrını bize anlatın” deyince: “Evladım, bu Allah’ın verdiği ömür. Niye uzun verdiğini biz bilemeyiz. Onun takdiridir ama benim dikkat ettiğim iki husus var; o da bir tanesi az yemek, ikincisi namazımı hiç bırakmamak. Efendimiz saraya girdiğimizde bize bunu öğretti: Az yiyin ve namazı terk etmeyin. Varsa bir uzun ömrümün sırrı budur. 

Sarayın içi onları dışı bizi yakıyor. Orada neler yaşanıyor, insanlar hangi kurallar altında hareket ediyorlar, bunları bilmediğimiz için tabii dışarıdan hoş geliyor bize. Fakat saray kendi içinde bir müessese bir kurum olarak çalıştığını bu hatırat bize anlatıyor. Dolayısıyla sarayda  namaz, maneviyat, ramazanlarda zaten bunu zirveye çıktığını biliyoruz. Hırka-ı Saadet 15’inde padişahın açılışına gitmesi vs. Yıllar önce Siirt’e bir konferans vermeye gitmiştim; hatta Sultan Abdülhamid’in ilk konferansını Siirt’te vermek nasip oldu.  O zaman Siirt’in belediye başkanını Mervan Gül’dü istifa edip milletvekilliğinden Recep Tayyip Erdoğan’ın oradan seçilmesini sağlayan milletvekili. Onun zamanında çağırdılar. Gittik  konuştuk. Tillo ‘da bir medresede, Molla Burhanettin diye bir  zat vardı. Onunla konuşurken birden bire böyle bir mevzu Sultan Abdülhamid’e geldi. Onunla alakalı bir şeyler anlatırken. Niye geldiğimi sordu. Bunu söyleyince  bana kendi babasından dedesinden duyduğu bir, hiç de duymadığım bir menkıbeyi anlattı. Dedi ki: “Sultan Abdülhamid gidermiş  Hırka-ı Saadet, Hırka-ı Şerif Camii’nde açıldığı zaman, orada kapının yanında bekçi gibi bir kıyafet giyip orada böyle beklermiş ve oradan gelip geçenlerin içinden birisini bulmaya çalışırmış. Birisi gelecek. O kişiyi şöyle göz ucuyla bakarmış. Bir gün  herkes kuyruğa girmişken bir adam gelmiş Hırka-i Şerif’in karşısında böyle çakılmış kalmış. İtmeye  çalışmışlar zorlamışlar. Nafile. Yerinden kımıldamıyor, odaklanmış. Sultan Abdülhamid, o kapının kenarından oraya seslenip demiş ki “Ona dokunma! O hırkaya  değil sahibine bakıyor şu anda.” Bakın Siirt’te bana anlatılan olay bu. Bu  Siirt’e nasıl gider değil mi? İstanbul’da olsa bir Nakşi Tekkesi’nde ya da bir başka yerde neyse. Bu, Sultan Abdülhamid’in bütün İslam Dünyasında hemen  hemen bütün tarikatlar tarafından bu derece sevilmesi ve bir evliya muamelesi görmesi kendi başına, bu inancın onun etrafında temerküz etmesi başlı başına incelenmesi gereken bir durum Demek ki bir millet, bir değerini  boşuna sevmiyor. Bütün hakaretlere rağmen, bütün unutturmalara, iftiralara rağmen bunların hiçbiri tesir etmedi ve adeta bir yalan dağının içinden Sultan Abdülhamid tekrara pırıl pırıl parlayarak çıktı ve karşımıza geldi. Demek ki, O ölümsüzlük iksirini, ab-ı hayatı bulmak böyle bir şeydir. Yani aleyhinde her şeyin söylenmesinin serbest olduğu, lehinde konuşmanın yasak olduğu bir yüzyıl geçecek ve yüzyıl sonra sen, sanki bütün bunlar hiçbir şekilde sana değmemiş gibi ortaya çıkacaksın. Ramazan yürekli olmak, ramazana  maneviyata, kutsala odaklanmak insanı bütün bu dış tesirlerden, iftiralardan, oklardan muhafaza ediyor. Bu bakımdan da ramazanın kutsiyetine Sultan Abdülhamid özelinden inanmamız lazım ve her Ramazan’da şifa-i Şerif okur, hatim indirir. Şifa-i Şerif’i hem manasını bilerek, Arapça. Biliyorsunuz bu Şifa-i Şerif Ramazanlarda hatim gibi okunur ve hastalara okunur, şu anda mesela hastalık var, burada şifa-i şerif okuyup toplu olarak bunun hatmini yapıp hastalarımıza göndermek de bu geleneğin bir parçasıydı.  Nitekim  daha önce kolera vb. salgınlar olduğunda ulema ve meşayih  bunu okumayı tavsiye ettiler.  Ve orada  bir buy-i mübarekleri, Efendimiz’in mübarek kokularından bahseden bir kısım var.  

 Beylerbeyi Sarayı’nda hapisken Sultan Abdülhamid, yanına bir doktor gelip gidiyor. Doktora soruyor ne var ne yok diye. O da diyor ki “Çanakkale’ye bir hücum başlamış.” 5 Mart, 18 Mart’tan iki hafta önce, “İngilizler girmek için bombardımana başlamışlar” deyince, diyor ki “Şifa-i Şerif’i bu kadar ömrüm  boyunca okuduğum halde son iki okuyuşumda okurken mübarek  bir koku peyda oldu etrafımda. Ben de bunun sebebini anlayamıyordum. Demek ki  Efendimiz’in (asv) kokusu buraya geldiğine göre Çanakkale geçilemeyecek” diyor. Daha iki hafta var, 28 Mart’a  o kokuyu hissetmek ayrı bir mazhariyet ama o kokudan Çanakkale’nin geçilemeyeceğini bunu gayretullaha dokunduğunun işareti olduğunu beyan etmek de bambaşka bir büyüklük.  Demek ki bir insan kolay kolay büyük olmuyor.

 Hocam, bir de II. Abdülhamid Han hem Hicaz Demiryolu’yla  o bölgelere güçlü bir ağ kurmanın  çabasını gösterdi hem de kültürel olarak  o bölgeye çok güzel hizmetlerde bulundu. Şimdi biraz da tarihsel olarak değerlendirdiğimiz zaman Ramazan ayı, o dönem ecdadımız döneminde nasıl yaşanıyordu? Sonra isterseniz İstanbul’a geliriz fakat özellikle o bölgede, kutsal topraklarda Ramazan ayı nasıl idrak ediliyordu hocam?

 

 Osmanlı Devleti’nin Çelebi Mehmed zamanında Yıldırım Bayezid zamanından itibaren  Mekke ve Medine fukaralarına, fakirlerine gönderilmek üzere bir surre-i Hümayun bir surre alayı diye isimlendirilen bir alay, develere bu yardımlar konulur muhafızlar etrafında beraber  önce Medine sonra Mekke’ye gider o yardımları oradaki fakirlere dağıtır. Burada padişah bunları yaptığı gibi halktan da oraya katkıda bulunmak isteyen olur ve böylece  oradaki fakirlerin , Mekke, Medine’nin yerlilerinin Hac için gelmiş olanların yahut umre için gelmiş olanların dualarını almak önemsenirdi ve bu da aynı zamanda Osmanlı, Osmanlı’dan önce başlamış ama Osmanlı bunu 1918 yılına kadar devam ettirmiş yani Vahidüddin Han döneminde, savaş yıllarında da devam etti. Üsküdar’da başlar, Üsküdar’da  bir tören yapılır büyük bir kalabalık halinde Üsküdar’a biliyorsunuz Kabe toprağı derler. İstanbul’un Asya yakasında olduğu için, Üsküdar’da oturmanın öyle  bir özelliği de vardır, oradan başlar, Bağdat Caddesi’nden devam eder. Orada bir Ayrılık Çeşmesi vardır yol üzerinde, şu an Ayrılık Çeşmesi ismi duruyor ama o çeşme büyük ölçüde  kurumuş vaziyette. Bir benzin istasyonunun yanında kalmış maalesef. Buraya gelindiğinde  şimdi hacca gidenler ile vedalaşmak isteyenler en son oraya kadar gider ler ondan sonrası biraz tehlikeli olduğu için aileler orada ayrılır. Aileler kucaklaşarak veda eder; hatta şöyle bir şey duydum: aileler bir simit alıyorlar, simidin yarısını  hacı adayına veriyorlar yarısı bunlarda kalıyor; yani aynı simidi yedikleri zaman birbirlerini hatırlasınlar diye. Bunlar şehir şehir, kafile kafile  devam ediyor. Tabii çöllerden geçiyorlar orada tabii ki Medine’ye yaklaştıkça o heyecan  yaşanıyor. Demek ki 1420’lerden başlamış olsa 1920’lere kadar 500 sene Osmanlı bunu, harp savaşlar dahil devam ettirmiş. Mesela Sultan II. Selim Hacca gidememenin ızdırabını yaşamış ve bu ızdırap dolayısıyla kendisinin bir ustalığı var marangozluk gibi, hilal gibi âsâ yaptığı  söyleniyor. Bu âsâyı özel olarak oraya gönderilmek üzere yapar o surre alayına teslim eder ve orada ben gidemiyorum ama oraya dağıtın, orada ihtiyacı olan insanlar bununla gezince hiç değilse sevabı bana gelsin diye düşünür.  Her padişah saçından bir parça kesip gönderir; oraya gömülsün diye. Şimdi bu Ramazan adeta bir medeniyet haline gelmiş; Süheyl Ünver güzel söylüyor: Ramazan Medeniyeti; İslam Medeniyeti Osmanlı Medeniyeti ama bir de Ramazan Medeniyeti var. 

 Ramazan gelince İslam şehirleri adeta Efendimiz (asv)’in bir kuyruklu yıldız gibi bizim dünyamıza indiği ve kuyruğundan bazı yıldızları bırakıp gittiği bir ay olarak değerlendiriliyor. Bunu ben şu bakımdan önemsiyorum: Hakikaten Ramazan’dan bir gün önceki havayla Ramazan’daki hava  ve Ramazan’dan sonraki hava ne kadar değişiyor ne kadar başka; adeta bir kutsallıktan sekülerliğe geçmek gibi alışamıyoruz değil mi? Mesela bayram günü yemek bize tuhaf geliyor.  Bu alışkanlığı bize kazandırması Ramazan-ı Şerif’in çok böyle mahyalar astığımız sözde gizli. Ne diyoruz? “11 Ayın Sultanı”. Ben bunun farkına çok geç vardım; niye 12 ayın değil de 11 ayın sultanı? Çok tuhaf değil mi, 12 ay yok mu? Buradaki sır şu: Sultan kelimesi otorite anlamında, yönetici anlamında Sultan, sahibi anlamında. Dolayısıyla bu söz ki böyle bir hadis yok fakat İslam düşünürleri ya da arifleri bundan böyle bir mana çıkarmışlar. Diğer 11 ayın yöneticisi Ramazan, Sultanı Ramazan. Yani diğer 11 ay Ramazan’ın tebaası; dolayısıyla tebaası olduğu için onun yönetimine bağlı; yani Ramazan merkezli bir medeniyet aslında İslam Medeniyeti. Yahut da şöyle diyelim: Cenab-ı Hak, “Ben sizin Ramazan’daki gibi yaşamanızı istiyorum.. İsteğim bu! Ramazan’daki gibi yemek yiyeceksiniz, Ramazan’daki gibi namaz kılıp, Kur’an okuyacaksınız, yardım edeceksiniz, sadaka vereceksiniz. Aslında Ben  sizden Ramazan’ı 11 defa daha çoğaltıp bütün hayatınıza yaymanızı istiyorum” fakat cüz’i irademize Cenab-ı Hak saygı gösterdiği için, sadece bir ay için kısıtlıyor ve 1 ayda bizi lockdown ediyor, kapatıyor değil mi? Diyor ki bu bir ay size nasıl yaşayacağınız göstereceğim Burada da bir örnek Efendimiz nasıl yaşamış ve nasıl yaşatmış onu da bize gösteriyor. Bundan sonraki 11 ayı da bunu emsal alarak yaşamanız gerekiyor fakat diğer 11 ayda da ben sizi serbest bırakıyorum fakat o 11 ay bittikten sonra tekrar Ramazan’ın içine gireceksiniz ve sizi hızlandırılmış bir eğitime bir inanç banyosuna sizi sokacağım. Dolayısıyla Ramazan böyle bir özelliğe sahip ve adeta bu Ramazan’ın o Efendimiz (asv) ruhaniyetinin teşrif ettiği şehirlerimizde ne yapmışız? Kandiller ayakmışız,  camilere mahyalar asmışız; bütün camilerde çift minare olmadığı için mahyayı yazı olarak ki ilk mahyalar yazı şeklinde değildi, resim şeklindeydi, tek minareli olduğu gibi gelin gibi etrafından ışıkların sarkıtıldığı giydirme mahyalar yapılırdı. Yani minareyi baştan aşağı kandillerin asıldığı ve kubbenin üzerine de yine yanan bir kandilin takıldığı bir başka süslemeler yapılırdı. Bu neydi? Bunun gibi ışık meselesi işte bizim karanlık dünyamızı aydınlatan Ramazan’ın karşılanması olurdu.  Manevî aydınlatmayı maddi bir kandille temsili manasındaydı bu. Dolayısıyla bu Ramazan’ın yaşanması, geceleri yaşanması ki bu sene daha çok geceleri yaşıyoruz özel bir durumumuz, koronavirüsten dolayı ama geceleri daha ağırlıklı gündüzleri daha sakin yaşanan bir medeniyet çıkartmışız Ramazan içerisinden. Eskiden mesela tabii köprü de olmadığı için, Ramazan geçlerine mahsus iftar öncesinde Üsküdar’dan yola çıkan ve sahura kadar Eminönü’nde bekleyen sahur yapıldıktan sonra tekrar yolcularını alıp dönen Sahur Postası dedikleri ya da Sahur Yıldızı dedikleri bir gemi vardı. Gemiyi kaçıranlar oradaki akrabalarının yanında kalırdı ya da bir şekilde sabahlarlardı.  Böyle bir hareket yaşanırdı İstanbul’da ve bütün İslam şehirleri aşağı yukarı bu emsal üzere hayatını devam ettirirdi ama tabii ki İslam Şehri nedir, İslam şehri kavramı nasıl anlaşılmalıdır; bunu da Turgut Cansever rahmetlikten öğrendiğim kadarıyla anlatayım.

Tabii, Turgut Cansever rahmetliği tanımak benim hayatımın en büyük bahtiyarlıklarından bir tanesi. Ona hizmet ettim çantasını ama her söylediği söz ve her davranışı hakikaten bir numune olan bir insandı o bakımdan, zaten kendisi bir şeyh ailesinden geliyordu. Mesela bir şey ikram ettiği zaman o kadar itina ile diyelim ki bir pastayı kesip önünüze koyacak o kadar büyük bir itinayla kesip koyar ki yani onu yemeğe kıyamazsınız. Şimdi ben bunu nimete saygı, insana saygı bu bir güzellik ekleyerek insanın önüne koymak yoksa tabağa koyarsın olur biter ama şimdi bizim kaybettiğimiz en önemli şey geçmişte Ramazan Medeniyetlerinin de içinde olduğu o bizim büyük medeniyet havuzumuzdan çok az bir kaç damlanın ancak bugüne kadar gelebilmiş olması asıl büyük kaybımız bu.   O insanı insan yapan, eşref-i mahlûkat yapan düzlemden biz koptuk ve bugün artık her şeyi yatay yaşıyoruz; hiç dikey bir şey yok hayatımızda. Halbuki bir nimetti; bir ekmeği birisine ikram etmek ne kadar büyük bir inceliği nezaketi, nezafeti gerektiren bir şeydir.  Çünkü nimet ve o nimeti insanın vücudunda, o insanın dünyasına kazandırıyorsunuz; alanın da aynı güzellikte verenin de aynı güzellikte buna mukabele etmesi icap eden bir şey ama işte bu kesinti yüzünden biz bunları yaşayamıyoruz. Bunları yeniden en azından hafızamızda, Yahya Kemal’in yaptığı gibi hafızamızda “Bir bozgunda fetih düşü meydana getirerek” Sezai Karakoç’un deyişiyle. Hiç değilse hafızamızda bunları yaşatalım ve belki oradan hayatımıza birkaç damla güzellik,  bir üsare, bir gül damlası akıtabiliriz. Dolayısıyla da mesela,  ortak yemekler yenilirdi değil mi. Ramazan akşamlarında konaklar açık isteyen istediği konağa gidiyor akşam olunca, içeriye giriyor. İçeriye girerken bakın çok enteresan bir şey var; zengin fakir ayrımı yapılmıyor, kim geldiyse bir tarafa oturuyor, içeriye girerken kendilerine birer kaşık veriliyor çünkü konaklarda kaşıkçı ustaları, Ramazan’dan önce gelir binlerce kaşık yaparlardı, tahta kaşık konağın deposuna konur. Ramazan’da kaşıklar bir defa kullanılırdı. O kişi yer, o kaşıklar bir yerde toplanır yakılır, bir daha kullanılmazdı. Niye? Çünkü ahşap kaşıklar ağzın salgılarını içine geçirdiği için bunların aynı aileden olsanız problem değildir ama aileden olsanız bile sizin kaşığınız farklıydı; her kaşığın üzerinde isim vardı, şekiller nakışlar yapılırdı, anonim değildi. Tabaklar anonim, kaşık özeldi.  Pilav, çorba ortak bir yemek gelir; kaşıklar size ait tabaklar anonim. Bugün ne oldu?  Tabaklar özel, kaşıklar anonim oldu.  Eskiden ortak bir tabaktan yeme teknolojisini bugün biz bilmiyoruz.  Bu da bir teknikti; ortak bir kaptan yeme durumundaysanız kaşığınızın tamamını çorbanın içine batırmazsınız; sadece dışını batırıp dışıyla alır iç kısmı, dudağa değecek olan iç tarafını ağzınıza götürüyorsunuz. Burada ne oldu? Ortak bir tabaktan yeme sünnet, sünnet-i seniyye yerine geldi. Kardeşlik, bir aile beraber yiyorsunuz aynı kapta ama hepiniz birbirinizin temizliğinden eminsiniz. Bu eminlik bugün ortadan kalkmış durumda. Ben de Bursa’da hatırlıyorum: Emir Sultan Camii’nin yanında bir sıra ev vardı ve bu sıra evlerinden bir su gelir, ortada bir havuzu vardır, bu havuzda su, dolar ve yandaki eve devam eder su gitmeye, oradan öbürüne.  Burada bir önceki komşunun iki önceki komşunun o havuzu, o suyu kirletmeyeceğinden emin olmanız gerekiyordu değil mi? Şu anda bu emin olma vasfımızı yitirdik.  Ama o zaman insanlar, komşusunun ta sokağın öbür başındaki komşusunun asla böyle bir şey yapmayacağından eminlerdi.  Ve evden eve su aynı temizlikle akar, akarsuya dokunulmaz saygı gösterilirdi. Şimdi hayatımızın böyle küçük incelikleri vardı ve bu incelikler, bu hassasiyetler ve rafine edilmiş olan zevkler, tekkeler aracılığıyla büyük ölçüde insanlara telkin edilir ve onlara bunlar anlatılırdı. Bu tekkelerin kapatılması ve tekkelere, tarikata, tasavvufa düşmanlığın hem Cumhuriyet Dönemi’nde hem daha sonraki İslamcılık akımı içerisinde de bugün dahi o var; tasavvufu tarikatı reddeden bir anlayış. Yani yanlış elbette olabilir ama bu bütün değildir. Bu aynı zamanda  insan yetiştiren, kaliteli insan yetiştiren, musikişinas yetiştiren, mutasavvıf, şair yetiştiren,, hattat yetiştiren birer okul, birer sanat mektebiydi ve bütün bunlar ortadan kalktı. Dolayısıyla bunlar ortadan kalkınca hayatımız maalesef biraz ham halat kaldı o kabalıklar hayatımıza girdi. İşte Ramazan’da hatırlatarak hafıza düzeyinde de olsa bunları acaba yeniden inşa edebilir miyiz diye bir kaygının içine düşme zamanımız oluyor;  bu boşluğu nasıl doldururuz diye düşünmeye başlıyoruz fakat kaybettiklerimiz elbette büyük ve tarif edilmeyecek kadar zengin bir kültür. Şimdi bakın burada bugün kapitalizmin, liberalizmin öne çıkardığı şey nedir? Ben, benlik, kişi, birey olma.  Füsûs- u Hikem’de Muhyiddin Arabî Hazretleri,  Efendimiz  (asv) fert sıfatıyla, fert olarak o bütünü kendisinde temsil eden bir ferdiyyeti, ferdiyet hikmetini temsil ettiği için onu seçmiştir. Bizim bugünkü kapitalist kültürde hep, kendisine kazanma, kendisine alma, daha çok olma, daha şöhretli olma, daha zengin olma, daha fazla itibar görme gibi herkesin kendisine yonttuğu bir anlayışı biz bugün öğreniyoruz ve öğretmeye çalışıyoruz maalesef kitaplarımız da bu yönde. 

Şimdi Üsküdar’da Nazif Efendi diye bir zat yaşıyor ve bunu Nezih Uzel anlatmasa ben de bilmeyecektim; bir yazı yazmış Allah’tan çok güzel Kur’an okuduğu Çok güzel ezan okuduğu,  hep söylenirmiş. Bu Üsküdar’da bir medrese odasında yaşayan, medrese odasında etraftan topladığı çalı çırpıyla çay yapan, yemek yapan gelenlere ikram eden, 1960’lara kadar yaşamış bir zat, bir kibar zatlardan birisi. Fakat diyor hep duyardık o efsane bir şekilde çok güzel Kur’an okurmuş ama bizim duyduğumuz çok kötü bir sesi var. Acaba ne oldu, bir hastalık mı geçirdi diye merak eder, düşünürdük, kimse de bize açıklamazdı.  “O güzel Kur’an okuyan, sesine herkesin hayran, meftun olduğu adamın sesi nasıl bu hale geldi?” diye düşünürdük. Sonra bir gün birisi anlatıyor: Arkadaşları kendisine o kadar teveccüh gösteriyor ki,  “Ya Nazif Efendi, bir Kur’an okusan da içimiz açılsa”.  Okuyor fakat bir gün içinde bir şeyin kabardığını hissediyor, sesinin bu kadar güzel olmasından dolayı. Bunu hissedince Nasuhi Türbesi’ne gidiyor Üsküdar’da, Kadir Mısıroğlu’nun mezarın olduğu hazire arkasında ve orada bir gece sabaha kadar “Allahım! Bu sesi benden al!  Yoksa bana bir kibir gelecek diye kendimden emin olamıyorum! Benden al! “ diye orada bir gece yalvarıyor. Sabah oradan, türbeden çıkarken sesi bozulmuş bir şekilde çıkıyor. Şimdi bu ne kadar bize yabancı bir dünya değil mi? Şurada 60’lara kadar yaşamış bir şeyden bahsediyoruz fakat bugün bunu sanki 500 yıl 1000 yıl önce ya da uzaydan gelen bir adam muamelesi yapıyoruz. Halbuki bizim kültürümüz, medeniyetimiz benliği öne çıkaran değil, onu büyük benlikte, Büyük İslam Ümmeti benliğinde yok edebilme becerisini göstermişken, kendisini öne çıkarmadan ümmetin şuurunu öne çıkarmayı şiar edinmiş olan bir medeniyetin sonucuydu bunlar. Dolayısıyla Ramazan bize neyi öğretiyor? Mesela, yardım dağıtma, sadak verme, başkasının derdiyle hemhal olma şimdi oruç tutmanın bir hikmeti de yiyecek yemek bulamayıp aç kalanların durumunu anlamak değil midir?  Dünyanın bir çok yerinde mecburen oruç tutar gibi aç yaşayan insanlar var, orada senkronizasyon yapıyorsun ve diyorsun ki “Bu insanlar var ve benim bu insanlara ulaşıp, onlara yardım etmem lazım”.   Yardım kültürünün bir verme değil bir alma olduğunu da Ramazan bize aynı zamanda öğretiyor.  Ben onlara vermiyorum onlar bana veriyor.  Sen para veriyorsun ama aslında alıyorsun. Alma verme meselesi kafamızda alt üst oluyor Ramazanlarda. Efendimiz (asv)’in Hz. Ayşe’yle olan bir diyaloğunu hatırlıyoruz:  Bir Kurban bayramında deveyi kesmiş getirmiş, yorulmuş Efendimiz. Uyuyor, diyor ki: “ Ayşe bunları dağıtırsın gelenlere”. Tabii Efendimiz’in evinden bir parça da olsa bir şey almak için inanlar sürekli geliyor, teberrüken. Haz. Ayşe de kesip kesip vermiş. Üçte ikisini dağıtmış, üçte biri kalmış.  Efendimiz kalkınca soruyor “Ya Ayşe ne yaptın kurbanı, etleri dağıttın mı?” “Evet, üçte iki parçasını verdim, üçte birini ayırdım”  Efendimiz burada aklımızı alt üst eden bir cevap veriyor: “Desene ya Ayşe ikisi bize kaldı biri gitti.”  Düşündüğümüzde yediğimiz bize kalan bir şey değil, bizimle toprağa gidecek. Verdiğimiz asıl aldığımız oluyor. Vermekle almak  burada yer değiştiriyor. Bunu da bizim az önce bahsettiğimiz konağı gözümüzün önüne getirelim. İçeriye girdiniz çorbanız önünüze geldi, yemekler, kaşığı aldınız yediniz neyse çıkarken size diş kirası diye bir şey verildi; bir kesenin içerisinde bir altın, yarım altın vb. Nedir diş kirası?  Sen buraya gelip bu sofraya oturarak bana iyilik yaptın ve bunun için dişin yoruldu, bana sevap kazandırabilmek için ağzın yoruldu; bunun bir bedeli var. Bakın diş kirasının hikmeti budur. 

Yani hem bereketleniyor haneniz hem gerçekten sevabı önemsiyor, o manevi katkısını önemsiyor insanlar. Bu diş kirası geleneğini çok küçük yaşta duymuş ve çok özenmiş bir kardeşiniz olarak naçizane şöyle devam ettiriyorum:  hanemize gelip yemeğimize bizi kırmayıp lütfedip iştirak eden dostlarımıza onlar giderken kütüphanemizden mükerrer kitaplarımızdan kendilerine hediye ediyoruz. Böylelikle kitapla biz o diş kirasını ödemiş oluyoruz hocam. Bu güzel geleneklerimiz bu topraklarda var ve yaşandı hâlâ yaşamaya devam eden bölgeler var ki az önce siz o aynı kaptan yeme meselesini anlatırken İstanbul’da hâlâ tasavvuf ocakları var ve bu geleneği devam ettiriyorlar mesela.  Şimdi peki siz İslam coğrafyasını da gördünüz. Biz millet olarak Buhara, Semerkant, Kudüs, Endülüs biliyorsunuz buralara hm yayınlarımızda çok önem veriyoruz hem de önceki yıl Kudüs’teydik Ramazan ayında, geçtiğimiz yıl Endülüs’teydik; dolayısıyla oralara da gidiyoruz, yayınlar yapıyoruz ki Ramazan programlarımızda bu görüntüleri paylaşıyoruz.  Dolayısıyla bu coğrafyalardan yani gönül coğrafyalarımızdan bizim TV Net olarak bağımızın hiç koparmamaya çalıştığımız bu topraklarda siz bulundunuz; neler gördünüz, deneyimleriniz neler?

 Tabii belli vesilelerle Bosna’da Suriye’ye kadar, Semerkant, Buhara, Hive, Tayvan gibi ülkelere gittim, uzak ülkelere ama Fas, Kuzey Afrika eksik kaldı o da inşallah nasip olur.  Gördüğüm kadarıyla Şam tabii çok etkili, Kudüs aynı şekilde. Şam’ın 2001 yılında gittim o operasyonlardan çok daha önce, insanlar beraber olmanın güzelliklerini yaşadım ve hakikaten bugün Suriye artık içimize geldi ama o tarihte onları kendi ülkelerinde görmek, O Emeviye Camii’nde, o Halid B. Velid Camii’nde Hama’da da ve daha başka yerlerde çantamı omuzuma atıyordum ve çıkıyordum. Benim öyle bir gezme tarzım vardır; halktan birisi gibi camilerde uyuduğumda oldu,  onlarda yaygın bir adetti; gezdim, meyve suyu içip yemek de yemeden bütün gün gezebiliyordum. Ve insanların o yakınlaşması, bize bir önyargısı yoktu yani öyle zannedildiği gibi Arap dünyasında Türkiye’ye bir ön yargı söz konusu değil; bunu da kendi gözümle görme imkânını buldum ve araya araya çok Arapçam ileri değil ama derdimi iyi kötü anlatıyorum. Muhyiddin Arabi Hazretlerini türbesini ziyaret ettim. Orada meğer o gece de Mevlit Kandili gecesiymiş, öyle denk geldi. Bir anda orada ben akşam namazına biraz geç kalmıştım; bir şeyh geldi etrafında müritleri, paldır küldür arkalarında bir namaz kıldım. Ondan sonra koşa koşa şeyh-i ekberin, biraz aşağıda kabri, oraya indiler, orada bir zikir yapıldı kabrin içerisinde; inanılmaz bir şeydi yani onu galiba bizim yazarla birliğinden bir arkadaş da videoya çekti o zikir anını ama tarif edemem; böyle bir coşku, böyle bir heyecan. Meğer kandil gecelerinde türbe ziyaretleri, özellikle şeyh-i ekberin artık diğerlerini bilmiyorum ama orada o zikirler yapıldığını kandil gecelerinin bu şekilde çok daha coşkulu bir şekilde kutlandığını idrak etmiş oldum. Gerçekten de o ilahiler, insanların özellikle Suriye’de bizde büyük ölçüde damarı kesilmiş bulunan bu tasavvufi neşvenin canlı olduğunu ırada kendi gözlerimle gördüm. Daha sonra geldi o videolarını izlediğimde bunlar Osmanlı zamanından kalan o gelenekleri o zikir geleneklerini çok ciddi bir şekilde büyük camilere toplanarak yerine getiriyorlar; onlara o şekilde şahit olmuştum.

 Öbür tarafta tabii Semerkant, Buhara, Hive, Şehr-i Sebz yani artık Hazar’a kadar indik Özbekistan üzerinden bir de Çimkent’e geçtik yani Hoca Ahmed Yesevi’nin türbesini o zaman bir günlüğüne ziyaret etme imkânımız oldu. Ve oraya gidince tabii biraz Timur hakkındaki düşüncelerim de değişti; yani biz böyle Timur’u hep Osmanlı’ya düşman diyerek biraz tek yanlı görmüşüz ama bir de Orta Asya’dan oradan bakmak lazımmış; onu fark ettim. Bütün Nakşi saadat-ı Kiram dediğimiz yani Şah-ı Nakşibendi devamına gelen bütün silsilenin türbelerini yaptıran, ayağa kaldıran onlara, birer cami yaptırıp, İmam Buharî, Maturidî türbesi yaptıran, bütün bunları ayağa kaldıran bir Timur’la karşılaştım; o benim için çok şaşırtıcı oldu. Hive’de Pehlivan Mahmud diye bir zatın türbesine bizi götürdüler. “Bir pehlivanın türbesine bizi niye götürüyorlar? “ diye düşündüm.  Pehlivan Mahmud, Pehlivan Mahmud! Neyse oradan bir yerel rehber bulduk; lehçesi Hazar Türkçesi olduğu için oldukça yakın bize. Dedim ki “ne özelliği var?” “ Pehlivan Mahmud bir evliyadır dedi. Sadece pehlivan değil aynı zamanda bir velidir. Veli olarak tanınır, onun için insanlar gelip burada dua ederler. Başından geçen bir olayı anlattı:  Bir yerde kendisi Buhara ya da Hive Emirinin pehlivanı, çok şöhretli, önüne geleni yeniyor, çok güçlü kuvvetli.  Namağlup bir güreşçi. Bir başka emirin bir başka hükümdarın güreşçisiyle güreşmesi gerekiyormuş.  Güç gösterisi gibi. 

 Bu o zamanın şan şeref meselesi yani.  Bunu da yeneceği belli yani o kadar kendine güveniyor zaten önüne geleni yenmiş olan bir pehlivan fakat bir huyu var, mezarlıklara gidiyor güreşten bir gün önce; hem anne babasına dua okuyor hem orada bulunan evliyaya dualar ediyor; böyle bir alışkanlığı varmış. Mezarlığa yine gidip dua ederken, mezarlığın öbür tarafında ağlayan bir kadın dikkatini çekiyor.  Kadının yanına gidiyor ama kadın hüngür hüngür ağlıyor. Soruyor kadına “ Neden böyle ağlıyorsun, kocanız yeni mi öldü?” Diyor ki “ bu benim kocamın kabri ama ona ağlamıyorum, benim oğlum bir pehlivanla, Pehlivan Mahmud diye birisiyle güreşi var; eğer yenilir filanca şehrin emiri onu öldürtecek. Yenilmemesi için dua ediyorum” Tabii pehlivan Mahmud mesajı alıyor. Kendi şöhreti var ama bir tarafta da bir anne kalbi var onun evladı için döktüğü gözyaşı var Kadına diyor ki “  evladın yenilmeyecek merak etme!” ve ertesi gün bir şekilde açık verip yeniliyor, tuş oluyor. Öbürünün hayatını kurtarıyor.  Fakat bu sefer kendi patronu olan emir, bunu öldürtmeye karar veriyor. Peşine adam salıyor. Kaçıyor, dağlara kaçıyor yıllarca dağlarda yaşıyor, ormanlarda yaşıyor ve orada bu evliyalık tarafı gelişiyor. Sonra yıllar sonra iniyor artık her şey değişmiş vaziyette ama ondan sonra Pehlivan Mahmud tabi bir unvan ama evliya Mahmud’a dönüşüyor. Burada az önce bahsettiğimiz kendine yenilme değil şimdi orada her şeye rağmen o anneyi görmesine duymasına rağmen gidip yenmiş olsaydı, kendine yenilmiş olacaktı am ne oldu?  Mindere sırtı yapıştı ama asıl o kendisini yenmiş oldu, başkası değil kendisi yenmiş oldu, nefsini yenmiş oldu. Bu kahramanlık esas aslında bizim medeniyetimizin özü diğerkamlık, kendini geri çekme ve kendine yenilmek değil kendini yenme.  Kendine yenilmek ve kendini yenmek kavramları Nietzchce de bunu çok dile getirmişti yani üst insan dediği bir model bu kendine yenilen değil kendini yenen kendini feda eden insan modeli. Bunu Muhammed İkbal,  Pakistan’ın o muhteşem şairi Muhammed İkbal, Cavidnâme adlı kitabında enteresan bir bahisle bilmiyorum böyle menkıbelere giriyoruz ama

 Örnek hadiseler olduğu için bizde eksilen ve artması gerekenleri hatırlıyoruz sizin anlattıklarınızla

 Eyvallah!

Şimdi bir gün Malatya’da bir konferans vereceğim, Çanakkale Konferansı, öğretmenler düzenlemiş. Salon 5-600 kişilik, tıklım tıklım dolu. Bir anda aklıma bu şimdi anlatacağım şeyi anlatarak başlamak geldi, Çanakkale ile alakası yok ama ben niye buradan başlatıldığımı, bakın başladığımı demiyorum başlatıldığımı çünkü hepimiz istihdam ediliyoruz. Doğru mu? Yani kendi irademizle bir şeyi yaptığımız zannediyoruz ama aslında bizi istihdam eden bir güç var. Eğer o güce tevekkül edersek onun bizi nasıl müspet noktalara götüreceğini de bu örnekle anlayabiliriz.

 Pek çok âlimin yazdığı kitaplar için yazdırıldı demesi, söylediklerinin söyletildi demesi akılla, yanlış anlaşılabiliyor.  Halbuki bu hem bizim inancımıza uygun olandır hem edeben böyle söylenmesi icap eder. Biz yapmıyoruz bize yaptırılıyor; biz söylemiyoruz bize söyletiliyor.  Bunu zaten ecdadımız tevafuk diye izah etmiş. Buyurun hocam.

 Kur’an’da da biliyorsunuz bunu “Sen atmadın!” şeklinde biz ikaz da yapılıyor.  Oradan da delillendirebiliriz.  Anlatacağım olay şu:  Muhammed İkbal kitabında Mevlana’yı Mesnevi’deki bir kıssadan yola çıkarak yeniden canlandırıyor ve orada şeytanla bir diyaloğa sokuyor Cavidname kitabında. Enteresan bir kitaptır.  Şeytana sırlarını soruyor şeytan da anlatıyor.  Diyor ki  “insanları nasıl aldatır, nasıl kandırırsın; nasıl kendine tabi kılarsın?”  “İki Müslüman birbirini sevdiği zaman aralarına bir fitne sokarım. Kalplerine bir vehim sokarım, sonra birbirlerine düşman ederim. Kavga ettiler mi benim için vazife başarılmış olur. “ işte namaza kalkacak ya dur bakalım daha çok var, yorgunsun gibi oyalamalarla namazı kaçırtmaya çalışırım. Kaçırttım mı tamam benim işim.  Peki diyor bütün bunları anladım diyor Mevlana. Senin için çok enteresan bir soru soruyor Mevlana senin için eski zamanın insanı mı daha makbuldü şimdi ki zamanın insanları mı daha makbuldü? Hangileri senin için daha sevimli daha makbuldü?”  Normalde bizim düşüncemize göre şeytanın burada modern insanı kendisine daha yakın bulması ve onu makbul kabul etmesi gerekir. Bugünün insanı çünkü daha günahkâr daha seküler. Fakat orada Muhammed İkbal adeta aklımıza röveşata  attırarak şeytana şunu söyletiyor: derin bir ahh çekti ve “Nerede o eski insanlar?” dedi diyor.

 Kitaptaki Mevlana Hazretleri diyor ki: Neyi var modern insanların? Bu kadar açıklık saçıklık geldi, faiz yayıldı niye bunları beğenmiyorsun da eski insanları beğeniyorsun, onlar sana daha mı çok tâbi olurdu, sözünden çıkmazlar mıydı? Ne demek istiyorsun ben anlayamadım?

 Şeytan burada çok enteresan bir açıklama yapıyor: Ben bana kolayca tâbi olan insanları sevmem ki; bana zorluk kursun insan, benim planlar kurmama strateji geliştirmeme yol açsın, ben bu insanları severim.  Benim kucağıma düşüveren, ona bir şey fısıldadığımda bana tâbi olan insanlar benim gözümde zerre kadar değeri yok ki! Ben ne yapayım böyle insanı? Allah’a isyan edecekse bile bunu zekâsıyla, iradesiyle yapması tercih edilir; ama hiçbir şey yapmama gerek kalmıyor. Şeytanlığın haysiyeti de kalmıyor bunların karşısında; ama o eski insanlar kapıdan kovarlar bacadan girerim, tuzaklar kurmaya çalışırım, öyle insanlar tanıdım ki bir ömür boyu şahsiyetlerinde tek bir çizgi açamadığım, tek bir çizgi çizemediğim insanlar oldu; ben onları seviyorum. Onlar gibi insanlar benim sevgimi kazanıyor; bunların sevilecek tarafı mı var?” diyor. Şimdi burada Muhammed İkbal bize öyle bir şeyi hatırlatıyor ki, yani şeytanın dahi sevmediği, tiksindiği bu her türlü günaha açık, her türlü rezilliğe kendisini teslim etmeye hazır kişiler, insan vasfını kanmıyor; şeytanın bile makbul kabul etmediği bir insanlık söz konusu. O zaman işte Muhammed İkbal diyor ki: “Kendine yenilen insan değil kendini yenen insandır şeytana tabi olmayan insan; dolayısıyla bu kendini yenen insanları yetiştirmemiz lazım…”  Şimdi bunu ben anlattıktan sonra Çanakkale mevzuuna geçtim. İşte dedim “O Âsımlar, kendine yenilmemiş, kendilerini yenmişlerdir, feda etmişlerdir.”  Bu bağlantıyı ilk ben ilk defa o gün orada kurdum.  Bu kadar Çanakkale konferansı verdim, bu bilgi bende var, Çanakkale’de var ama bu ikisi o gün, orada benim zihnimde tencere ve kapak gibi bir birine yapıştı; anlattım. Çıkışta kitap imzalarken bir el uzandı yandan, katlanmış bir kâğıdı bıraktı bir hanım “Bunu uçakta okursunuz” dedi ve bir anda kayboldu. Ben döndüm bakmaya çalıştım, arkadan başı kapalı bir kadın olduğunu gördüm; çıktı gitti… Aldım kâğıdı cebime koydum sonra uçakta aklıma geldi; açtım bir baktım kadın, beş ya da altı çocuğu var, dul bir kadın, ismini de yazmamış, adres telefon yok. Sadece anlatıyor diyor ki “Ben dul bir kadınım kocamdan ayrıldım, temizliğe giderek çocuklarıma bakmaya çalışıyorum. Çok sıkıntılar, acılar çektim ve tam kendime yenileceğim sırada bu konferansa geldim ve sizin anlattığınız o kıssa bana ders oldu. İnşaallah hocam, kendime yenilmeyeceğim” dedi. Bakın Cenab-ı Hakk’ın bana Muhammed İkbal’in kitabındaki o kıssayı anlattırmasının sırrını, orada anladım. Demek ki belki kendisine yenilecek, şeytana tâbi olacak bir hadise, orada bana bu anlattırılarak inşallah mani olunmuştur. Onun için okuma yapanlar, yazanlar çok dikkat etmeli, çok sağlıklı kaynaklardan doğru şeyler anlatmalı; mutlaka bunun tesiri oluyor, eğer Rahmanî konuşursanız tesiri Rahmanî oluyor; şeytanî, nefsânî konuşursanız tesiri de nefsânî oluyor. Bu bakımdan büyük bir mesuliyet altındayız.

Hocam, yorulduğunuz vakit ya da ümitsizliğe kapıldığınız vakit, bilmiyorum oluyor mu böyle dönemler; bu hadiseler hem yaşadığınızda hem daha sonra hatırladığınızda size böyle bir güce vesile oluyor mu?

Gayet tabii. Yani bunlar bizim bir bakıma sürüklendiğimiz bir denizde şamandıra gibi yapıştığımız cankurtaran simitleri oluyor. Buna benzer birçok hadise tabii yaşadık; mesela Sultan Abdülhamid ile ilgili ben görmedim ama benim kitabımı okuyup etkisinde kalıp, rüyasında gören bir arkadaş yıllar sonra bana, bir konferanstan çıkışta. “Hocam size özel bir şey anlatacağım” dedi. Dedim “Tanışıyor muyuz?” “Yok” dedi. “Kitabınızı okudum ve sizi ilgilendiren bir rüya gördüm.” “Hayırdır?” “ Sultan Abdülhamid tahtta oturuyor biz de etrafında yere bakarak duruyoruz; ama Sultan Abdülhamid o kadar öfkeli, cennetmekân, o kadar kızgın ki ‘ Ben böyle bir padişah değilim! Ben Kızıl Sultan değilim! Ben bu kadar hizmet ettim; okul açtım, Hicaz Demiryolu yaptım, 300 tane hastane açtım! Beni nasıl böyle anlatırlar? Yazıklar olsun!’ diye hem bize bağırıyor hem bu şekilde yazan çizenlere bağırıyor. Biz de böyle süt dökmüş kedi gibi önünde duruyoruz. O kadar çok kızdı ki, benim aklıma o anda siz geldiniz, kitabınız geldi.” Bakın şimdi rüya deyip geçebilirsiniz ama bu rüyanın bir de kademesi var; ikinci kademe. “Aklıma siz gelince sözünü bitirdiği bir yerde elimi kaldırdım ‘ Efendim, bir şey söyleyebilir miyim?’ ‘Söyle’ demiş. ‘ Mustafa Armağan diye bir yazar var; sizin hakkınızda bir kitap yazdı ve bugüne kadar da yüzbinlerce insana kitap ulaştı. Sizin ne kadar büyük bir hükümdar olduğunuzu, bu millete, ümmete ne kadar hizmet ettiğinizi orada anlattı. Yüzbinlerce insan o kitap sayesinde sizi doğru tanıma imkânına kavuşuyor’ diye kendisine söyledim” diyor. Söyleyince birden bire böyle durmuş, düşünmeye başlamış, düşünmüş düşünmüş sonra bir daha hiç konuşmamış; ne bağırmış çağırmış ne de ‘Aferin’ demiş. Keyfi de yerine gelmemiş ama ondan sonra sesi kesilmiş, düşünceye dalmış. Şimdi bana bunu anlattı. Ben orada kendim bu rüyadan hissemi şöyle çıkardım: dedim ki “Elhamdülillah. Sultanımızın öfkesini dindirebilmişiz ama yüzünü de güldürememişiz. O zaman, yüzünü güldürene kadar yola devam.”

 Bu arada biz sizin kütüphanenize misafir olduk galiba hocam,

Evet, çilehanem.

 Birçok okuyucunuzun merak ettiği yer aynı zamanda  kütüphaneniz. Çok kıymetli nadide eserler, koleksiyonlar  var; doğru mudur?

Evet, burada bir tane alayım böyle elime, rastgele en yakın olandan, Rahmetli Mehmet Şevket Eygi’nin  Bugün Gazetesi’ni çıkarmadan önce haftalık olarak çıkarttığı Yeni İstiklâl Gazetesi, haftalık gazete. Bizim basınımızın yani İslamcı basının ilk, 1961 gibi başlıyor ve işte burada ‘İslam Şairi İkbal’ diye Muhammed İkbal’den bahseden bir yazıyla karşılaştık. Zaman zaman bunları okuyorum. Bazen eksik kalan nüshaları da ayrıca elime geçmiş. Bu ciltte eksik olanları da bu şekilde tamamlayarak bir koleksiyon elde etmeye çalışıyorum. Çok canım sıkıldığında, bir şey yapmak istemediğimde, kendimi keyifsiz hissettiğim zaman, bu koleksiyonları yani dergi ve gazete koleksiyonlarını açıp oraya dalarım; zamanı mekânı unuturum, başka bir dünyaya giderim ve orada hakikaten daha önceki okumalarımda  dikkatimi çekmemiş  o kadar enteresan noktalar yakalarım ki, omlardan topladıklarımı ya sosyal medyada paylaşıyorum ya dergiye aktarıyorum ya kitaplarıma koyuyorum. Böylece o bir şey yapmak istemediğim zamanı da en efektif bir şeklide kullanmaya çalışıyorum. Burası benim çilehanem; buraya kapanıp bu korona kapanması da buna bir bahane teşkil etti. Her bir kitapta notlarım var, bir şeyler yazmışım. Az önce programa hazırlanırken de birçok şey buldum; dolayısıyla bunları süzüp, ‘Buradan bu ortak hafızamıza ne taşıyabilirim?’ onun derdindeyim. Gençliğimden beri hatta 16 yaşımdan beri topladığım kitapların  hasılası bunlar. Yirmi beş bin civarında olduğunu tahmin ediyorum ama kesin sayıyı söyleyemem, saymaya kalksam herhalde bir hafta sürer onun için hiç böyle bir şeye teşebbüs etmiyorum ama ümidim gelecekte dışarıya, kamuya açık bir yerde  kütüphane halini alması; sadece bana değil okurlarıma da, diğer kardeşlerimize de  hizmet edecek  bir formata bürünmesi.

 İnşaallah hocam. Peki  masanızda ne var hocam, bizimle buluşmayı bekleyen, kitap olarak?

 Bugün göndereceğim bir kitap var: Gençler için Fatih Sultan Mehmed. Bu kitabı yeni baştan yazdım.  Genç yani on bir ile on altı yaş arasındaki kuşak; çünkü oraya çok fazla bizim kitaplarımız girmiyor. O girmeyen kuşak o kadar muzahrafat, çer çöp yığılıyor ki onlardan o gençleri kurtarmak en azından kurtarabildiklerimize  Fatih Sultan Mehmet gibi bir örneği anlatmak bir vazife gibi geldi bana. Oğlum da Melikşah’ın bir yaşında onun da o yaşta olmasını bir ganimet bilip kendisiyle beraber okuduk cümle cümle okuduk. “Baba burası anlaşılmaz geliyor; şurayı düzeltelim şöyle yapalım” gibi bir bakıma redaktörle çalıştırmış oldum. Mümkün olduğu kadar anlaşılır, o kuşağın anlayabileceği bir şekilde  Fatih’in o nefes nefese, müthiş, tarihte benzeri bulunamayacak hayatı gençlere anlatmaya çalıştım. Ketebe yayınlarından inşallah kısa bir zamanda sizlerle birlikte olacak.

Abdülhamid Han ile ilgili böyle bir çalışmanız oldu gençler için.

Evet, bir küçük kitabım oldu ‘Gençler için Abdülhamid Han’. O daha çok kitabımın içerisinden, üç cildin içerisinden seçilen bölümlerden oluşuyordu ama bu yeni baştan yazıldı. Biraz zamanımı aldı, biraz demlenmesi gerekiyordu ama eğer bu tip kitaplar tutarsa ondan sonra Yavuz  Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, Sultan Melikşah, Alparslan vs. O yaşa hitap eden kitaplar yazmak istiyorum; onun müjdesini de burada vermiş olayım.

Derin Tarih kaç yıldır devam ediyor?

Derin Tarih 98 aydır çıkıyor, Nisan 2012, sekizinci yıl doldu; Temmuz ayında 100.sayı çıkıyor; artık okuyucularımıza emanet, onlar sahip çıkarsa bu bayrak düşmeyecek. 16 tane şimdi 17.si çıkacak ‘Hilafet özel sayı’ çıkıyor şu anda; onlar kitap gibi düşünüldü. Endülüs, Kudüs, Hz. Muhammed (asm), son Mevlâna sayısı gibi özel sayılar, zamana bağlı olmadan da alınıp, kütüphanede takım olarak muhafaza edilecek eserler. Demek ki 114 sayı çıkarmış olduk ki Türkiye’de bu kadar uzun ömürlü dergi kolay değil.

Hocam demek ki 98 ay önce bir gün metroya girdiğimde görmüştüm ‘ Derin Tarih Dergisi Yayınlacak’ ilanını, o günden bugüne kadar tüm sayılarını edindim ve benim için en önemli şeylerden biri her ay derginiz elime alıp incelemektir, okumaktır. Emeği geçen herkese teşekkürlerimi iletiyorum. 

Allah razı olsun hocam, bizi kırmayıp lütfettiniz.

(Ramazan’ın 17. Sahuru, 2020)

söyleşen: Mehmet Önder

deşifre: Aydanur Çakır

Yorumlar 0
Yorum Yapın